Yazar Hakkında: Viktor Emil Frankl, nörolog ve psikiyatrdır. Varoluşçu psikolojinin bir şekli olarak da tanımlayabileceğimiz logoterapinin kurucusudur. Bir Nazi kampından sağ olarak kurtulmuştur. 26 Mart 1905’te doğmuş, 2 Eylül 1997’de hayata gözlerini yummuştur. Kitap Hakkında: Frankl, 1946 yılında yayımlanan İnsanın Anlam Arayışı adlı söz konusu eserinde toplama kampında yaşadıklarını anlatmıştır. Frankl toplama kampındayken çevresindeki insanların çektiği acıları, yaşadıkları kötü şeyleri gözlemlemiş ve gizlice notlar alarak bunları kitaplaşmıştır. Böyle zor bir süreçteyken ve türlü acılar çekerken (kız kardeşi dışında bütün aile üyeleri toplama kamplarında yok olmuştur) bile yaşamda bir anlam olması gerektiğini vurgulayan Frankl kitabın birinci kısmında, toplama kampında yaşadıklarından yola çıkarak yaşamın anlamını anlatmıştır. Kitabın ikinci kısmında kurucusu olduğu logoterapi hakkında bilgiler vermiş, üçüncü kısımda ise trajik bir iyimserlik tartışmasından bahsetmiştir. Kitabın Özeti: Frankl kitaba toplama kamplarının özelliklerinden ve toplama kampında bulunan gardiyan(!)lardan söz ederek başlar. Kampa girişte bütün tutuklular sıraya dizilmiş ve bir testten geçirilmektedir. Bu test kişinin iş yapabilir mi yoksa hasta, yaşlı ya da çalışamaz mı olduğunu anlama amacına yöneliktir. İş göremez olarak değerlendirilen kişilere yaşama hakkı verilmemektedir. İş görebileceğine kanaat getirilenler ise çırılçıplak soyulup tıraş edilerek, kendi kıyafetleri ve ayakkabıları alınarak içeri alınmaktadır. Yaşamalarına izin verilen tutuklular çamur içinde ağır işlerde çalıştırılmaktadır; üzerlerinde aylarca yıkanamayan aynı kıyafetler, sınırlı sayıda yer ve sınırlı sayıda battaniye yüzünden üst üste yatarak… Kendi hayatlarında kim olduklarının, ne yaptıklarının burada hiçbir önemi yoktur. Doktoru, mühendisi, psikiyatrı hepsi burada sadece birer mahkumdur. Mahkumlar çok az miktardaki yemeğe, uykusuzluğa ve zor şartlara rağmen çok sıkı çalışmak ve sağlıklı olmak zorundadırlar. Naziler sağlamlığından şüphe ettikleri kişileri direkt olarak gaz odalarına göndermektedirler. Ayrıca kampta gardiyan (!) durumundaki kişiler sebep olmaksızın mahkumlara şiddet uygulamakta, onur kırıcı ve aşağılayıcı sözler sarf etmektedirler. Mahkumların yaşamak için dayanmak zorunda oldukları bütün fiziksel ve psikolojik zorlukların yanında bir de ailelerine olan özlemleri ve merakları yer almaktadır. Mahkumlar Auschwitz kampına getirildiğinden beri ailelerine ne olduğunu bilmemektedir. Belki onlar da bir toplama kampında çalıştırılıyor, belki de çoktan bir gaz odasına kapatılmışlar… Bu özlem ve meraka kişilerin kendilerine ne olacağına ilişkin merakları da eşlik etmektedir. Acaba buradan kurtulabilecekler midir? Kurtulacaklarsa bu ne zaman olacaktır? Dinlenmeye ve en ufak güçsüzlüğe dahi müsaade edilmeyen bu kampta daha ne kadar hayatta kalmayı başarabileceklerdir? Birçok kişi bütün bunlara dayanamayarak bu savaşa yenik düşmektedir. Yazar kitapta ‘’…İnsanı en çok yaralayan şey fiziksel acı değil, haksızlığın, mantıksızlığın verdiği ruhsal ıstıraptır.’’ diyerek mahkumların durumuna değinmiştir. Frankl kampta eşini düşlerken fark ettiği bir gerçekten şöyle bahsetmekte: ‘’Yaşamımda ilk kez, onca şair tarafından dile getirilen, onca düşünür tarafından nihai bilgelik olarak ortaya konan gerçeği gördüm. Gerçek: İnsanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef, sevgidir.’’ Karısının ne halde, nerede olduğunu hatta yaşayıp yaşamadığını bile bilmeyen Frankl ona ilişkin düşünmekten kendini alamamaktadır. Fakat karısına karşı olan bu merak, endişe, özlem duyguları Frankl’ı umutsuzluğa yahut karamsarlığa itmemiş, yaşamın anlamlarından biri olan sevginin gücünü ve güzelliğini fark etmesine neden olmuştur. Bunu şu satırlarında açıkça görmekteyiz: ‘’Sevgi, sevilen insanın fiziksel varlığının çok çok ötesine geçer. Sevgi en derin anlamını, kişinin tinsel varlığında, iç benliğinde bulur. Sevilen kişinin gerçekte orada olup olmaması, yaşayıp yaşamaması, bir anlamda önemli olmaktan çıkıyor. Karımın hayatta olup olmadığını bilmiyordum ve bunu anlamanın hiçbir yolu da yoktu; ama o anda bu, önemli olmaktan çıkmıştı. Bilmeye ihtiyacım yoktu; sevgimin, düşüncelerimin ve sevgilimin hayalinin gücüne hiçbir şey dokunamazdı. O zaman karımın ölmüş olduğunu biliyor olsaydım, sanırım bundan etkilenmeksizin, kendimi yine onun hayaline ilişkin düşüncelere kaptırırdım; onunla zihnimde yaptığım konuşmalar, yine canlı ve doyurucu olurdu.’’ Frankl, tıpkı bunun gibi düşüncelerle ve hayaller kurarak mahkumların yaşadıkları şeylere dayanabildiklerini belirtiyor. Ayrıca yine bir hayatta kalabilme ve ruhsal sağlığı koruma aracı olarak mizahın gücünden de faydalandıklarını ifade ediyor: ‘’Mizah, kendini koruma savaşında, ruhun bir başka silahıydı. Mizahın, insan yapısındaki diğer her şeyden çok, birkaç saniyeliğine de olsa, uzaklaşarak bir durumun aşılmasını sağlayabildiği, çok iyi bilinmektedir…Mizah duygusu geliştirme ve olayları mizahi bir ışık altında görme çabası, yaşama sanatında ustalaşırken öğrenilen bir hiledir.’’ Frankl kampta olduğu süreç içerisinde doktorluk da yapmış, çevresindeki insanlara yardım etmek için uğraşmıştır. Ayrıca kampın son derece korkunç ve zor bir yaşam alanı olmasına rağmen bazı insanların bu koşullarda bile elindeki yemeği başkalarına vererek teselli etmeye çalıştıklarını yazmıştır. Bu gözleminden yola çıkarak insanın her ne koşulda olursa olsun davranışlarını seçme, onurunu koruma şansının olduğunu ifade etmiştir: ‘’Bu tür koşullar altında bile, temelde insan ne olacağına -ruhsal ve tinsel olarak ne olacağına- karar verebilmektedir. İnsan onurunu bir toplama kampında bile koruyabilir.’’ Yazar, insan yaşamının bir anlamı olması gerektiğini söylediği gibi hayatın sadece zevk ve mutluluktan ibaret olmadığından, acıların da hayatın parçası olduğundan ve bu acıların da tıpkı yaşam gibi bir anlamı olması gerekliliğinden söz eder: ‘’Eğer yaşamda gerçekten bir anlam varsa, acıda da bir anlam olmalıdır. Acı da yaşamın kader ve ölüm kadar silinmez bir parçasıdır. Acı ve ölüm olmaksızın, insan yaşamı tamamlanmış olmaz. Yaşam yiğitçe, onurlu ve özgecil olabilir. Ya da bu şiddetli kendini koruma kavgasında kişi, kendi insan onurunu unutup bir hayvan düzeyine inebilir. Burada, insanın, zor bir durumun sunduğu ahlaki değerlere ulaşma fırsatlarından yararlanma ya da vazgeçme arasındaki seçimi yatmaktadır.’’ Viktor Frankl, zorluklara direnmenin, yaşamda anlam bulabilmenin yollarından birinin de geleceğe dair hayal kurmak, bir amaç belirlemek olduğunu ifade etmiş; yaşamında hiçbir anlam, amaç, hedef göremeyen kişinin kaybetmesinin uzun sürmeyeceğini söylemiştir. Frankl kitabın birinci kısmını, Amerikalıların gelerek kendilerini özgürlüklerine kavuştuklarını kısaca anlatarak bitiriyor. Birinci kısmın son cümlesi ise oldukça etkileyici: ‘’Evine dönen tutuklu için, yaşanan onca şeyden çıkarılan onurlu deneyim, çekilen onca acıdan sonra Tanrı’dan başka hiçbir şeyden korkması gerekmediği yolundaki harika duyguydu.’’ Kitabın ikinci kısmında yazar logoterapiyi anlatıyor. Logoterapi, geçmişten ziyade geleceğe yöneliktir. Hastaların hayatlarındaki amaca yönelmesini hedefler. Frankl, teorisine logoterapi ismini vermesinin nedenini de ‘’logos’’ kelimesinin Yunanca ‘’anlam’’anlamına gelmesi olarak açıklıyor. Logoterapiye göre insanın yaşamında bir anlam bulması, onu güdüleyen temel güçtür. Frankl kişinin yaşam anlamı olarak soyut bir şeyler arayışına girmemesi gerektiğinin altını çiziyor. Herkesin yaşamında somut olarak gerçekleştirmek istediği birtakım şeyler vardır. Bunlar pekala yaşamının anlamı olabilirler. Logoterapi, kişinin kendi yaşamının sorumluluğunu almasını, kendi tercihlerini kendisinin yapması gerektiğini savunur: ‘’Logoterapistin rolü, bir ressamdan çok bir göz uzmanının oynadığı roldür. Ressam bize, dünyayı kendi gördüğü haliyle aktarmaya, göz uzmanı ise dünyayı gerçekte olduğu gibi görmemizi sağlamaya çalışır.’’ Logoterapiye göre yaşamın anlamını kaşfetmenin üç farklı yolu var: 1-Bir eser yaratarak ya da bir iş yaparak 2-Bir şey yaşayarak (doğayı, kültürü, bir insanı severek) 3-Acıya yönelik bir tutum geliştirerek Frankl, ikinci kısmın sonunu da yine çok etkileyici bir cümle ile yapıyor: ‘’Her şey bir yana, insan, Auschwitz’in gaz odalarını icat eden varlıktır; ama dudaklarında duayla ya da Shema Yisrael ile gaz odalarına dimdik yürüyen varlık da insandır.’’ Kitabın üçüncü kısmında yazar trajik bir iyimserlikten bahsetmiştir. Trajik bir iyimserlik olarak kastettiği şey ise; insanın acı, suçluluk ve ölüme (trajik üçlüye) karşı yaşama evet demesi, iyimser kalmasıdır. İnsanın iyimser kalması zoraki olarak yapabileceği bir şey değildir. İnsan umuda sahip olursa iyimser olabilir. Bu da içsel bir güç gerektirir. Yazara göre anlamsızlık duygusunun nedeni de, kişilerin yaşamalarını sağlayacak birçok şeyin olması fakat uğruna yaşadıkları bir şeylerinin olmamasıdır. Bu kitabı okurken kendinize birçok soru soracaksınız. Bu sorulara cevap vermeyi başardığınızda, bir kitabın insanın duygularını nasıl değiştirebildiğini keşfedeceksiniz. Hilal Şengül | Psikolojik Danışman
top of page
bottom of page
Comments